AFYONKARAHİSAR İL KÜLTÜR VE TURİZM MÜDÜRLÜĞÜ

Efsaneler


AFYONKARAHİSAR EFSANELERİ

            Efsaneler, edebi bakımdan evrenin doğal düzeninin kurulmasını, tanrı ve doğa üstü varlıkları, hayvanları, göksel yaratıkları, doğa üstü olayları, kişileri, yerleri konu edinen anlatmalardır. Düz konuşma dili ile anlatıldıklarından efsanelerde söz sanatları ve üslûp kaygısı yoktur. Kendilerine özgü bir deyiş, günlük konuşma diline bağlı bir söyleyiş özelliği vardır. Efsanelerin en çarpıcı özelliği, kişi ve yer adlarının belirtilmesi ile anlatanların ve dinleyenlerin ona gerçekten olmuş gibi inanmalarıdır.1 Efsanelerin bir yanı az çok tarihe dayanmakla beraber, inanılmaz olaylarla süslüdürler.

            Tarihleri yüzyıllar, belki de binyıllar öncesine dayanan efsaneler, yazanı ve söyleyeni belli olmayan anonim folklor ürünü oldukları için farklı yörelerde benzer efsanelerin anlatıldığı da bir gerçektir. Ancak yöresel adlar ve yöresel mekânlarla bezenerek yerelleştirilmişlerdir. Afyonkarahisar’da söylenen Eşek Kulaklı Midas Efsanesi, Gazlıgöl Efsanesi, Hüdai Efsanesi, Kara Kuyu Efsanesi gibi efsaneler, yaklaşık bir tarihi belli ederken; yine de abartılmış tipler, olağanüstü olaylar, bunların vazgeçilmez unsurlarıdır. Şahitler Kayası, Erenler Pınarı, Kara Kuyu gibi efsanelerin konusu da Günümüzde de var olan bu doğa parçalarının oluşumu ile ilgilidir. Buna benzer bir köprü, bir ev, belki bir ulu ağaç da efsanelerin konusu olabilir.

            Efsane kahramanları, insan olsun, hayvan olsun ya da bir doğa parçası olsun, alışılan mantığa uygun ölçüler içinde değildir. Benzerlerinden farklı, üstün özellikler taşırlar. Gazlıgöl ve Hüdai efsanelerinde suyun şifa dağıtması, Erenler Pınarı efsanesinde kuyu suyunun kendiliğinden kaynaması, Erenler Pınarı efsanesinde pınarın üzerini yosunlarla örterek düşmanlara su vermek istememesi gibi ayrıntılar, efsanelerde başka bir tat, başka bir kuruluş ve türetiş olduğunu göstermektedir. Yazanı, söyleyeni belli olmayan efsaneler, yüzyıllar sonra bir eli kalem tutanın düzenlemesi olarak yazılı metin durumuna getirilmişlerdir.

A) Kadınana Efsanesi

            Efsaneye geçmeden önce, Kadınana’nın ne anlama geldiği konusunda bir fikir vermek gereklidir. Afyonkarahisar’da güzel, çalışkan, becerikli, güler yüzlü bayanlara “kadın” denilir.4 Bir bayan hakkında verilebilecek en güzel referans “Pek Kadın”dır. Bu, sözü edilen kız ya da kadının dört dörtlük olduğunu belirten bir ifadedir. İşte Kadınanalar’a da, Afyonkarahisar’a ve halkına yaptıkları iyilikler ve güzel hizmetlerinden dolayı bu adın verildiği düşünülmektedir.

            Tarihi Kayıtlara göre, Kadınanalar, Moğollar tarafından öldürülen Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad bin Feramuz (Alaeddin Keykubat III)’ün kızlarıdır. Moğol tehlikesinden kurtulmak amacıyla, Konya’dan Afyonkarahisar’a kaçan Melek Peyker, Naime Gevher ve Asiye adlarındaki üç kız kardeş, sadık adamları Ömer Ağa ve yardımcılarının eşliğinde salimen Afyonkarahisar’a gelip burada yerleşirler. Beraberlerinde getirdikleri hazineleri Afyonkarahisar halkı için hayır hizmetlerine adayan üç kız kardeş, halkın büyük sevgi ve saygısını kazanırlar ve Kadınanalar olarak adlandırılırlar. Kadınanalar’ın yaptıkları sayısız iyilik ve hizmetlerin içerisinde en büyüğü kuşkusuz bu gün bile kent halkı tarafından beğenilerek içilen Kadınana memba suyunu kente kapalı kanallar içinde getirmeleridir.5 Kadınana Efsanesi de bu suyun kente getirilmesi ile ilgilidir.

            Konya’dan kaçıp Karahisar’a yerleşen Alaeddin Keykubad bin Feramuz’un kızları Melek Peyker, Naime Gevher ve Asiye sultanlar kısa sürede kent halkı ile kaynaşıp, buranın yaşamına alışmakta gecikmezler. O dönemde kent halkı büyük bir su sıkıntısı yaşamaktadır. Halkın büyük çoğunluğu kuyu suyu içerken, Kışlacık köyü yakınlarından üstü açık bir kanalla şehre getirilen su ise yeterli olmadığı gibi, halk sağlını tehdit etmektedir. Hanım sultanlar Karahisar halkının çektikleri sıkıntıyı yüreklerinin derinliklerinde hissetmekte ancak hiçbir şey yapamamanın ezikliğini yaşamaktadırlar.

            Sıcak bir temmuz gününde Kışlacık köyü yakınlarındaki Şirin Pınar mevkiine gidip buradaki bir kır evinde yaklaşık 20 gün kalan hanım sultanlar, çevreyi gezerken şehre gelen suyun kaynağını da görme olanağını bulurlar. Kaynaktaki su boldur, ancak açık kanallardan geldiği için kirlenmekte ve büyük bölümü ziyan olmaktadır. Bu durum üzüntülerini daha da arttırır. Akşam eve döndüklerinde, yemekten sonra bahçedeki çardakta otururken, söz döner dolaşır su konusuna gelir. Bunun üzerine Melek Peyker kardeşlerine şöyle der:

            -Bu dünya hepimizin bildiği gibi fanidir, gelip geçicidir. Günler, aylar, yıllar gelip geçiyor. Bizler de bu fani dünyadan göçeceğiz. Onun için elimizde imkân varken faydalı çalışmalar yapalım. Bu şekilde hiç olmazsa kıyamete kadar rahmetle anılırız.

            Diğer kardeşler bu fikre katılırlar, neler yapılabileceği konusunda fikir üretmeye başlarlar. Abla Melek Peyker, bu konuda acele edilmemesini, ertesi gün akşama kadar düşünmelerini ve ondan sonra bir karara varmalarını önerir. Ertesi gün daha akşam olmadan, bu konuyu görüşmek üzere toplanırlar. Fikirler açıklandığında görülür ki, üçü de aynı şeyi düşünmüşlerdir: “Karahisar halkını susuzluktan kurtarmak.”

            Hemen Karahisar’a dönerler ve suyun sahibini araştırırlar. Suyun sahibi bir Ermenidir. Kadınanalar, at ve arabanın çıkamadığı sarp tepeler üzerinde bulunan suyun kaynağına iki buçuk saat yürüyerek ulaşırlar ve Ermeni ile pazarlığa otururlar. Ermeni suyu satmak niyetinde değildir, işi yokuşa sürer. Pazarlık uzun sürer ve Melek Peyker Hanım Ermeni’ye geri çeviremeyeceği bir teklifte bulunur. Yanlarında bulunan diğer kişilerin şaşkın bakışları arasında bir çömlek altın karşılığı bir çömlek su almak üzere anlaşmaya varırlar. Melek Peyker Hanım, Ermeni’ye: 

-Sana bir çömlek altın veriyorum, karşılığında bu çömlek dolana kadar su alacağım değil mi? diyerek pazarlığı kesinleştirir.

            Suyun sahibi Ermeni, Melek Peyker Hanım’ın sözlerini onaylar. Bir çömlek altın karşılığı bir çömlek su... İnanılmaz kârlı bir alış veriş yaptığı düşüncesindedir.

            Melek Peyker Hanım, bir çömlek altını Ermeni’ye verir, adamlarından da suyu alacağı çömleği doldurmak üzere kaynağa yerleştirmelerini ister. Çömlek kaynağa yanaştırılır, içine su dolmaya başladığı anda çömleğin dibine var gücü ile bir tekme atar. Çömleğin dibi olduğu gibi açılır ve su Karahisar’a doğru akmaya başlar. Bu şekilde çömleğin dolması mümkün değildir. Çömleğe giren su, açık olan dibinden akıp gitmektedir. Pazarlık çömlek su dolana kadar olduğuna göre, su artık sonsuza kadar Karahisarlıların olacaktır. İşte o an Ermeni, ava giderken avlandığı anlar, ama sözünden dönemez.

            Kadınanalar, satın aldıkları suyu iki yıl süren hummalı çalışmalar sonunda kapalı kanallar içerisinde Karahisar’a getirtirler. Hıdırlık’ta bir depo yaptırırlar ve suyu buradan şehirdeki çeşmelere dağıtırlar. Böylelikle Karahisar halkı, şimdi bile beğenerek içtiği sağlıklı, bol ve güzel içme suyuna kavuşur. Bu hizmeti yapan hanım sultanlara Kadınanalar denilir, suya da Kadınana suyu adı verilir.

            Kadınanaların mezarları Afyonkarahisar’dadır. Asiye Sultan Kadınana İlkokulu’nun yanındaki, Melek Peyker ve Naime Gevher hanımlar ise Mevlevi Camii yakınlarındaki türbelerinde yatmakta ve Karahisar halkı tarafından rahmetle anılmaktadırlar.

B) Hudai (Huzai) Efsanesi

            Şifalı sularının çokluğundan dolayı Bizanslılar döneminde Salutaris adı verilen Afyonkarahisar’ın önemli termal tedavi merkezlerinden biri olan Hüdai Kaplıcası, Sandıklı ilçesinin 9 kilometre kadar güneybatısındadır. Kaplıca’daki eski hamamlar Bizans döneminden kalmadır. Kaplıca’nın bulunmasıyla ilgili efsane şöyledir:

            “Zamanın birinde bir kentin çok mutlu bir hükümdarı varmış. Halkı onu, o da halkı nı severmiş. Varlıklıymış. Her istediği elinin altında imiş. Hükümdarın bunca mutluluğunu gölgeleyen tek derdi, çocuğunun olmayışıymış. İnandığı tanrısına gece gündüz durmadan yalvarır, yakarır bir yavru istermiş. Güzellerden güzel, nur gibi, servi gibi, peri gibi bir de karısı varmış. Bu güzel kadın, hükümdarına bir çocuk verememenin acısıyla yanıp tutuşurmuş.

            Nasıl olmuş, nice olmuş bilinmez bu güzel kadın gebe kalmış. Zamanı geldiğinde nur topu gibi bir oğlan doğurmuş. Evin mutluluğu tamamlanmış. Günler lokum gibi, çerez gibi tatlı ve ışıklı ilerlerken hükümdar amansız bir derde düşmüş. Hekimlerin uğraşısı bir işe yaramamış, sonunda ölmüş. Acılar içinde, yaslar içinde kalan kraliçe bütün sevgisini oğluna vermiş. Onu gören gözden kıskanır olmuş.

            Kralın tahtına, üstelik güzeller güzeli karısına göz diken kötü ruhlu veziri bu çocuktan nasıl kurtulacağının hilesini, tuzağını düşünmüş günlerce. Kraliçenin oğluna olan düşkünlüğünden ve analık duygusundan yararlanarak bir plan uygulamayı kararlaştırmış. Bir gün kraliçenin huzuruna varmış:              

-Sevgili kraliçem, oğlunuzu gözünüzden sakındığınızı biliyorum. O nedenle geleceğin hükümdarını daha güvenli bir yerde büyütmeliyiz. Yedi yaşına gelince de halkımıza krallığını duyururuz. Önerim şu: Oğlunuzu altın bir sandığa koyalım, orada büyüsün. Kimsenin kötü gözü de görmemiş olur, demiş.

            Kafasında hiçbir kötü düşünce olmayan kraliçe, bu öneriyi kabullenmiş. Çocuğu altı n sandığa koymuşlar. Çocuk orada havasızlıktan ve hareketsizlikten gelişme gösterememiş. Cılız kalmış, hastalıklı olmuş. Ayakları tutmaz olmuş. Oğlunun durumunu gören kraliçe saçını başını yolmuş, ağlamış, sızlamış, analık yüreği güm güm atmış. Ama oğlunda da kral olacak bir durum görememiş. Günlerce düşünmüş. Sonunda bir akıl vermesi için vezirine danışmış:

-Söyle vezir! Bu ne hal? Ben bu işin içinden çıkamadım. Bu çocuktan hükümdar olur mu?

Zaten vezirin istediği de buymuş.

-Sevgili kraliçem, ana yüreğinin ne olduğunu bilemem ama derdinizi anlayabiliyorum. Çok acı çektiğiniz kesin. Bir yanda yavrunuz, bir yanda ülkeniz... Bana kalırsa bağrınıza taş basıp bu çocuğu feda etmelisiniz. Sakat ve gelişmemiş bir çocuktan kral olmaz. diye akıl vermiş. Kraliçe vezirin söylediklerini doğru bulmuş, çocuğun öldürülmesi için emir vermiş. Bir seyis çağırmışlar ona vermişler çocuğu. “Kırda bir yere götür bu çocuğu öldür!” demişler.

            Yaşlı, ak saçlı, yardımsever bir kişi olan seyis, götürmüş çocuğu dağlara, öldürmeye kıyamamış. Bir dereye bırakıp, saraya dönmüş. Kraliçe için için yas tutmuş, bağrına taş basmış, bu acıya katlanmış.

            “Ölmeyecek olanı Allah öldürmez” derler ya Tanrının kırında çocuğu bir kadın bulmuş. Evine götürmüş. Onu doyurmuş, yedirmiş, içirmiş. Bu kadının da bir derdi varmış, dizleri şişermiş. O derdine derman olur diye Hüdai sularını içmek ve içinde çimmek (yıkanmak) için her gün buraya gelirmiş. Çocuğu da yanından bırakmazmış. Kadın suları içerken ve yıkanırken çocuk da suya girer, yıkanır, çamurlarla oynarmış. Zamanla kadının dizlerinin şişi kaybolmuş, sağlığına kavuşmuş. O arada bir başka mucize de olmuş. Kötürüm oğlan canlanmaya, düzgün yürümeye ve gelişmeye başlamış. Bu durumu gören kadın, sürekli olarak çocuğu suya götürmeye başlamış. Zamanla çocuk iyileşmiş, normal gelişim çizgisine girmiş, güçlü kuvvetli aslan gibi bir delikanlı olmuş.

            Seyis, saraydan ayrıldıktan sonra zaman zaman çocuğu bıraktığı yerlere uğrar, izini bulmağa, ne olduğunu bilmeye çalışırmış. Bir gün kadın ve çocukla karşılaşınca onlara sormuş:

-Yıllar önce buralarda bir sakat çocuk bırakmıştım. Acaba gören oldu mu, bilen, duyan var mı kadın?

-Aradığın çocuk budur, demiş kadın. Ben buldum. şurada bir sıcak su kaynar, oraya gider gelirdim. Çocuk yolumun üstüne rastladı. Aldım kucağıma. Onu da götürdüm suya. O şifalı sular çocuğa da iyi geldi. İşte bak, şu delikanlı o sakat çocuktur.

            Seyis oğlanı kaptığı gibi saraya götürmüş. Kraliçeye durumu anlatmış. Dünyalar kraliçenin olmuş, çocuğunu bağrına basmış, sevmiş, okşamış, hasret gidermiş. Ertesi gün de kral ilan etmişler. O arada Hüdai kaplıcalarına bir bina yapılmış, şifa dağıttığı çevreye duyurulmuş. O gündür, bu gündür Hüdai Kaplıcası şifa dağıtma görevini sürdürür olmuş.

C) Erenler Pınarı Efsanesi

            Sincanlı ilçesine bağlı Düzağaç köyünde kaynayıp coşan bir pınar vardır. Söylendiğine göre bu pınar, Anadolu’nun Türkleşmesi sırasında ulu kişilerin başında konakladıkları bir suymuş. Bu yüzden adına Erenler Pınarı denilirmiş. Şifalıymış, temizmiş, debisi yüksekmiş. Çevresinde çayırlar, çimenler, ağaçlar yetişirmiş. O suyun yanında Düzağaç köyü kurulmuş.       Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesinin ardından İzmir’e çıkan Yunanlılar, Anadolu’nun içlerine doğru ilerlerken, Düzağaç köyünü de işgal etmişler. Düşmanın bir taburu köye yerleşerek karargâh kurmuş.

            Yüzyıllardır çağlayıp coşan, köylülerin su ihtiyacını karşılayıp şifa dağıtan Erenler Pınarı, işgalle birlikte mateme ve karalara bürünen köy halkı gibi üzerini sazlarla ve otlarla örtmüş, kendini gizlemiş. Anadolu’yu Türkleştirmeye gelen alperenlere coşarak, çağlayarak verdiği suyunu, esirgemiş işgalci Yunanlılardan. Bir damlasını bile vermemiş.

            Büyük Taarruz başlayıp Türk askerleri düşmanı Dumlupınar taraflarına sürdüğü zaman Erenler Pınarı da otlardan, sazlardan arınmış, ayna gibi, temiz, pırıl pırıl suyuyla karşılamış Türk askerlerini. Askerler kana kana içmişler Erenler Pınarı’nın suyundan. Suyu içen askerler çağlayıp coşmuş, düşmanı önlerine kattıkları gibi İzmir’e kadar kovalayıp denize dökmüş. Askerler içtikte su çoğalmış, bir değirmeni çevirecek kadar büyümüş. Suyun ayağına değirmenler kurulmuş. Yakın zamana kadar çalışan değirmenler, sanayinin ilerlemesiyle yıkılmış, harap olmuş.

D) Kara Kuyu Efsanesi

            Çobanlar ilçesine bağlı Göynük köyü,adını bu efsaneden almaktadır. “Göynümek” yanma noktasına varıncaya kadar susamak anlamındadır.

            Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından Akşemsettin, Hicaz’a gitmek üzere 1458 yılında yola çıkmış. Bugünkü Göynük köyünün bulunduğu yere gelindiğinde yanındakiler iyice susadıklarını belirtmek için “Göynüdük” demişler. Akşemsettin elindeki asayı yere üç defa vurmuş, oradan bir su fışkırmış. Temiz, bol, soğuk bir suymuş. Susayanlar kana kana içmişler. O suyun başında konaklamışlar bir süre. O arada Akşemsettin hastalanıp ölmüş. Vasiyeti üzerine oraya gömmüşler. Kara Kuyu hala bol suyu, temiz suyu ile köylülerin susuzluğunu gidermektedir. Özellikle Ramazan ayında her aile oruçlarını Kara Kuyu’nun suyuyla açmak isterler. Kuyu başında kalabalık kuyruklar oluşur.

E) Şahitler Kayası Efsanesi

            Afyon il merkezinin kuzey batısında ve Gazlıgöl-Seyitgazi-Eskişehir yolunun şehir çıkışında höyüğe benzer küçük bir tepecik vardır. Afyon Kocatepe Üniversitesi Ahmet Necdet Sezer Kampüsü’ne varmadan yolun solundaki bu tepecik ve çevresi bugün bile Şahitler Kayası adıyla anılmaktadır. Efsane, tepenin şehre bakan eteğinde peş peşe sıralanmış kaya parçaları ile ilgilidir. Haydar Özdemir tarafından derlenen efsane şöyledir:

            “Vaktiyle Afyonkarahisar halkının sığırlarını güden bir çoban varmış. Pek az bir ücretle önüne katılan hayvanları bahardan kasım ayına kadar bugün Çapak Çayırı denilen yaylakta güder, otlatırmış. Çobanın hayvanlara karşı sevgisi pek fazla imiş. Hayvancıklar da çobanı severlermiş. Bir gün çobanın yanına yaşlı bir yolcu uğramış, onun hayvanlara olan sevgisini anlamış.

-Oğlum, sen bu hayvanlarını bu kadar seviyorsun onlar da seni seviyorlar, sözünü dinliyorlar mı bari? diye sormuş.

Çoban hiç düşünmeden:

-Evet dinliyorlar, diye cevap vermiş.

Tam bu sırada hayvanların bir kısmı civardaki Akarçay’a doğru gidiyorlarmış. Yaşlı adam:

-Peki öyle ise, bak hayvanların gidiyorlar.

Bağır da onları topla, demiş. Çoban hemen ayağa kalkmış ve yüksek sesle “Dön!” diye bağırmış. Gerçekten de birbuçuklu (Hayvanın yaşı) beyaz bir danadan başka bütün hayvanlar geri dönüp yavaşyavaş onlara doğru gelmeye başlamışlar.

Bunun üzerine ihtiyar:

-Peki o küçük dana sözünü niye dinlemedi? diye sormuş. O vakit çoban başını yere eğmiş ve utanarak şu cevabı vermiş:

-O dana buzağı idi. Anasını sağan kadın bir gün beni ağıla çağırdı. Genç ve güzeldi.

“Çoban! şu buzağıyı biraz tutuver de ineği rahat sağayım.” dedi. Kör şeytan bizi kandırdı, kadını öptüm. Buzağı bunu görmüştü. Ta o günden beri ben onun gözünde günahkârım. Ömrümde işlediğim tek günah budur.

İhtiyar da ona:

-Üzülme oğlum, sen doğru bir adamsın.

            Allah yardımcın olsun, diyerek iltifatta bulunduktan sonra yoluna devam etmiş. Yıllardır kimseden takdir görmemiş olan çobanı ihtiyarın bu sözleri pek memnun etmiş. Fakat aradan çok geçmeden neşesini kaçıran olağanüstü bir olay olmuş. Bir inek diğer ineği boynuzlamış, boynuzlanan hayvan da kaçarken düşüp bacağını kırmış. Çoban hem hayvana olan sevgisinden ve hem de hayvanın pek aksi bir sahibi oluşundan dolayı büyük bir üzüntüye kapılmış. Akşam üzeri sürüsünün arkasından üç ayaklı inekle dertleşe dertleşe şehre girmiş, hayvanı evine kadar götürmüş. Hayvanın sahibi durumu görünce çobana sövüp saymaya başlamış:

-Bunu sen yaptın, vurdun da kırdın!

Vallahi dinlemem. Hem sana paranı vermeyeceğim, hem de dava edip ineğin diyetini alacağım! diyormuş. Zavallı çoban Hakka tevekkülden başka bir çare bulamamış, ertesi gün, daha ertesi gün kırlarda hep bu tasa ile dolaşmış. Nihayet bir gün çobanı mahkemeden çağırmışlar. Çoban olayı hakime olduğu gibi anlatmış fakat hakim:

-Bunu senden başka gören var mı, şahit gösterebilecek misin? deyince saf çoban sararmış, düşünmüş, düşünmüş:

-Beyim Allah’ın kırında taşlardan, otlardan başka ne olur ki?

Bunun üzerine hakim:

-Öyle ise Allah’ın taşları sana şahitlik etsinler, demiş.

Çoban da büyük bir inançla:

-Ederler! diye cevap vermiş.

Hakimler ve dinleyiciler gülmüşler, alay olsun diye:

-Hadi düş önümüze. demişler.

Çoban öne düşmüş, şehrin dışına kadar yürümüşler. Onların amacı bir hava almakmış. Oradan da ileriye gitmeye niyetleri olmadığından hakim durmuş:

-Haydi bakalım, çağır şahitlerini! Diye çobana seslenmiş. Çoban arkasına bile bakmadan

birkaç adım daha gitmiş ve uzaklara doğru şöyle bağırmış:

-Ey taşlar!... Kayalar!... Sarı ineğin ayağını ben mi kırdım? Bakınız bu işi benden biliyorlar. Allah rızası için gelin bana şahitlik edin! Bunun üzerine yukarıdaki tepeceğin üzerinden birkaç kaya aşağıya doğru arka arkaya yuvarlanmaya başlamış. Hakim ve izleyiciler büyük bir korku ile şehre kaçmışlar. Çoban da kayalara doğru gitmiş. O gün, bu gün bu kayaların adı “Şahitler Kayası” olarak anılmaktadır.

Afyonkarahisar  Kalesi  Efsanesi;

Afyon Kalesi, Arzava ülkesine sefer düzenleyen Hitit İmparatoru II.Murşil tarafından MÖ.1350 yılında, askerlerinin kışı geçirmeleri amacıyla . yüksekliğindeki trakit bir kaya kütlesi üzerinde yapıldığı sanılmaktadır. Kalenin o zamanki ismi Hapanuva (Yüksek Tepe Şehri) idi. Sonraki dönemlerde eklerle daha da genişleyen kale çevrenin kontrolü için önemli stratejik bir konumdadır.

MÖ.VIII.-VII. Yüzyıllarda Frigler burasını kontrol altında tutmuşlar ve yöreyi hakimiyetlerine almışlardır. Ayrıca kalenin eteklerine de Akronio veya Akronium ismini verdikleri bir yerleşim yeri kurmuşlardır.Friglerden sonra Lydialılar, Persler, Pergamon Krallığı, Romalılar Bizanslıların eline geçmiştir. Malazgirt Savaşı’ndan sonra XI. Yüzyılda Selçuklular buraya yerleşmiş, burada yaşayan Türk boyları kayalar üzerindeki bu kaleye Karahisar ismini vermişlerdir. Selçuklu Sultanı I.Alaeddin Keykubat bu kalede hazinelerini saklamış, bu yüzden de Hisar-ı Devle ismiyle tanınmıştır. Selçuklu vezirlerinden Sahip Ata Fahrettin Ali ve oğullarına kale muhafızlığı verilmiş bu nedenle de ismi Karahisar-ı Sahip olmuştur. Osmanlı döneminde Sultan II.Selim kaleyi onarmış ve en iyi afyonun bu çevrede yetişmesinden ötürü de kaleye Afyonkarahisar denilmiştir.Dik bir tepe üzerindeki kaleye, kayaların üstüne oyulmuş merdivenlerle çıkılmaktadır. Bunlar iç ve dış olmak üzere iki bölümden oluşurlar. Kız Kalesi veya Kız Kulesi denilen kalenin iç bölümü muhafızlara ayrılmıştır. Sultan Alaeddin Keykubat burada cami, saray, erzak ambarları, cephanelikler, sekiz su sarnıcı ve değerli eşyaların saklandığı bir de mahzenler yaptırmıştır. Burası askerî amaçlı olduğundan halkın oturacağı yerler bulunmaz. Buradaki caminin süslü bezemeleri olan minaresi yıkılmıştır. Ayrıca kalenin batı kapısı üzerindeki iki yazıttan biri Alaeddin Keykubat’ın, diğeri de Sultan II.Selim’in yaptırdığı onarımları belirtmektedir.

Afyon Kalesi’nin Türk mitolojisinde (efsanelerde) de yer etmiş bazı öyküleri bulunmaktadır:3400 yıllık geçmişe sahip olan Karahisar Kalesi, birçok kez el değiştirmiş, her defasında yeni bir efsane söylenmiştir. Yerden . yükseklikteki trakit bir kaya kütlesi üzerindeki kaleyi ele geçirmek kolay değildir. Bu nedenle Battal Gazi’den Hz.Ali’ye, Beyböğrek’ten Çavuşbaşı’na , Horoz Dede’ye kadar bir çok efsane anlatılmış, bunların izleri günümüzde de varlığını korumaktadır. Bunlardan Hazreti Ali ya da Düldül’ün ayak izleri efsanesine göre; İslam halifelerinden Hazreti Ali, atı Düldül’ün üzerinde dağdan dağa uçarak sefer yapmaktadır. Bu seferlerin birinde Afyonkarahisar’a gelen Hz. Ali, Hıdırlık Dağı’nda konaklamak için sertçe yere basınca, buradaki bir kaya üzerinde ayağının izi kalır. Daha sonra Hıdırlık’tan Kale’ye atlayan Düldül, burada da dizginlenince bu kez ön ayağının izi bir kayanın üzerinde kalır. Hz. Ali, Düldül’ü sulamak için su yalağına vardığında, atı bağlayacak bir yer bulamaz ve dört parmağı ile yalağın yanındaki bir taşa vurarak taşı deler ve atı buraya bağlar. Afyonkarahisar Kalesi’nde bugün Düldül’ün ayak izi ile atın bağlandığına inanılan kaya üzerinde delik, hala varlığını korumaktadır.

Karahisar Kalesi ile ilgili bir başka efsane ise Battal Gazi ile ilgilidir:

Afyonkarahisar’da 740 yılında öldüğü konusunda tarihçilerin birleştiği Battal Gazi ile yakın arkadaşı Ahmet Tarhan kaleyi kuşatır, içeridekilerin dışarısı ile bütün bağlantılarını keser. Kale komutanı, bunun üzerine Bizans İmparatoru’na haber gönderir ve yüz bin kişilik bir ordu yardım için yola çıkar. Kalenin burçlarından Battal Gazi’yi görerek aşık olan komutanın güzel kızı Ona bir kötülük gelmemesi için çimler üzerinde uyumakta olan Battal Gazi’ye bağırır, ancak duyuramaz. Sonra bir kağıt yazar, taşa sararak üzerine atar. Battal Gazi, bir iki kıpırdandıktan sonra hareketsiz kalır. Battal Gazi’nin uyanmadığını gören kız telaşlanır, babasına Türklerin komutanının çayırda uyuduğunu söyler ve güya Onu öldürmek için zehirli bir hançer ister. Battal Gazi’nin yanına gelen kız onu ölmüş olarak bulur. Çünkü attığı taş, Battal Gazi’nin kulağına gelmiş ve ölümüne neden olmuştur. Kız üzülür ve hançeri kendi kalbine saplayarak hayatına son verir. Bizans ordusu kalenin eteklerine geldiğinde amansız bir savaş başlar, Ahmet Tarhan askerleriyle birlikte şehit olur. Ahmet Tarhan Karahisar Kalesi’nin eteklerinde, şu anda Ulu Caminin karşısındaki bir mezara gömülmüştür. Ancak savaştan sonra çok şiddetli bir fırtına başlar ve Battal Gazi’nin cesedini Eskişehir dolaylarına atar. Böylece Bizanslılar, Battal Gazi’nin öldüğünü anlayamaz ve daha uzun süre onun korkusuyla yaşarlar.

Bugünkü Olucak Çeşmesinin, Çavuşbaşı mahallesinin ve Çavuş Dede mezarı ile ilgili olarak anlatılan Çavuşbaşı ya da Çavuş Dede efsanesi ise şöyledir: Afyonkarahisar sancağı Türk egemenliğine girmeden önce burada valilik yapan kişiye Türk hükümdarı elçiler göndererek kalenin Türklere teslimini ister. Her defasında ret cevabı alınması üzerine hükümdar en güçlü Çavuş Başını Karahisar Kalesi’nin alınması için görevlendirir.Çavuşbaşı askerleriyle birlikte birkaç gün içinde Muttalıp bağlarına gelir. Bunu haber alan kale komutanı, kaleye kapanarak savunma düzeni alır. Ertesi sabah Türk askerleri Karakuyu’ya ulaşır. Su stoku tükenen askerler, Karakuyu’da su içmek isterler ama su sağlığa zararlı olduğu için vazgeçerler.Bunun üzerine çevrede su aramaya başlarlar ancak bulamazlar. Durum Çavuşbaşına bildirilir. Çavuşbaşı, yanına birkaç kişi alarak Yağdan denilen kayalıklara doğru gider. Çok yüksek bir kayanın önünde bazı dualar mırıldanır ve “Burada bir su olacak” diye bağırıp kılıcını kayaya vurur. Kılıç darbesiyle yarılan kayadan su fışkırır. Çok güzel ve şifalı olan su askerlerin yorgunluğunu giderir. Dinlenen ordu bir Cuma günü kaleye saldırır ve kaleyi ele geçirirler. Şehitler arasında Çavuşbaşı da vardır. Bugün Afyonkarahisar’ın Çavuşbaşı Mahallesindeki Olucak suyu güzel bir memba suyudur. Olucak çeşmesinin karşısındaki Çavuş Dede mezarı halkın adaklar adadığı küçük bir türbedir.

Karahisar Kalesi, tarihi boyunca, evlenmek isteyen kızların iyi bir kısmet diledikleri, kısmeti bağlı olanların kısmetlerinin açıldıkları yer olmuştur. İnanışa göre, taliplisi çıkmayan yada evlenme zamanı gelmiş kızlar yanlarında yaşlı bir kadınla birlikte Cuma günü Karahisar Kalesine giderken yanlarına birde asma kilit alırlar, kilit kaleye çıkılmadan önce kilitlenir. Kaleye çıkıldıktan sonra, yaşlı kadın kaleye çıkılmadan önce kilitlenmiş olan kilidi kızların başlarında açarak, inanışa göre bahtlarını açar. Daha sonra kızlar Kız Kulesi’nden

Bahtım bahtım
Altın tahtım
Evlenecek vaktım

Diyerek kaleden şehre doğru bağırırlar. İnanılan odur ki tahminen bir hafta sonra bu kızlara hayırlı birer nasip çıkar ve nişanlanırlar.
Bu gelenek, Hıdrellez’de daha çok ilgi görmekte ve Hıdrellez sabahı erken saatlerde kaleye çıkan kızlar, Kız Kulesi’nden dileklerini bağırmaktadırlar. Kimi zaman kadınların ya da erkeklerinde Kız Kulesi’nden

Çocuğum olacak vaktım
Okulu bitirecek vaktım

gibi dileklerde bulundukları da gözlenmektedir. Kaledeki Kız Kulesi’nin yanındaki büyük bir oyuğun içine yatan kadınlar çeşitli dileklerde bulunurlar.

Kalenin kapısının kemerinde bulunan bir oyuğa, bir dilek tutulup 3 taş atılmaktadır. Eğer taşların 3’üde oyuğa girerse dileğin yerine geleceğine inanılmaktadır. Yine kalenin kapısının önündeki uçmak ağacına insanlar üzerlerinden bir bez ya da ip parçası kopararak bağlamak suretiyle dilekte bulunmaktadır.

Gazlıgöl Termal  Kaynağı hakkında

Efsaneye Göre :

Kral Midas'ın güzel kızı Suna bir gün dermansız bir hastalığa yakalanır. Çağrılan ünlü hekimlerin hiçbirisi, Suna'nın vücudunun her yerini saran ve çevreye pis kokular yayan yaralarını iyileştiremez. Sağlığına tekrar kavuşma umudunu iyice yitiren Suna kaçarak dağları, tepeleri aşar. Geldiği bir vadide yıkandığı sıcak su ona şifa verir. Bunun üzerine Midas, orada bir havuz yaptırarak hastaların derman bulmalarını sağlar.